Karşıdevrim CHP kalesine dek ulaştığını artık açıkça göstermektedir. İsa GÖK


Parti Baykalcılar tarafından yönetilirken bir komplo sonucu kadrolar değişmiştir. Bu kadroları Baykalcılar seçmiş  görevde kalmasına partiye darbe vurmasına göz yummuşlardır. Kurultay üyeleri de malasef partinin program ve tüzüğüne uymayan bu yönetimi görevden almamıştır. Bilinmemdir ki partiyi çizgisine getirecek olan tek güç üyelerin gücüdür. Baykalcılar, yönetimdeki yeni Baykalcılar partiyi halkın umudu haline getiremez. Parti üyelerin görevlerini yapması, Gazi Mustafa  Kemal Atatürk’ün yolundan gitmesiyle halkımızın umudu haline gelecektir. Üyeler illa olacaksa Kemalist olmalı her kim partinin tüzük ve programına uymaz ilkelerine göre hareket etmez derhal yönetimlerden uzaklaştırmalıdır.

 

CHP PM Üyesi İsa GÖK ün PM çalışma raporuna koyduğu şerh okunup, gereken yapılmalıdır.

 “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Partisi CHP, “yenileşme”, “değişme” ve “büyüme” iddiasıyla yola çıkarak büyük bir “dönüşüm” ve “başkalaşım” yaşamaktadır. “Yeni CHP” sloganıyla yola çıkılmış, ancak Parti’mizin tüm kuruluş felsefesi ve ilkeleriyle büyük bir mücadeleye girişilmiştir.

Yeni CHP Atatürk’ten, İnönü’den, laiklikten, halkçılıktan, devletçilikten, Cumhuriyet devrimi değerlerinden, CHP’nin devrimci köklerinden tamamen uzaklaşmaktadır.

Karşıdevrim tüm kaleleri tek tek ele geçirirken son halka olan CHP kalesine dek ulaştığını artık açıkça göstermektedir.

Bugün emperyalizmin bir kez daha bu topraklarda gerçekleştirmek istediği büyük bir stratejik oyun sahnelenmektedir. Türk kimliği anayasadan silinmeye çalışılmakta, “Türk Milleti” kavramına son verilmek istenmekte, Türkiye, Suriye, İran ve Irak’tan koparılacak toprak parçaları ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yapay yeni bir uydu devlet,

Kürdistan adıyla kurdurulmak istenmekte ve buna uydurulmaya çalışılan hukuki kılıfa ortak yapmak için partimiz de gönüllü gösterilmektedir.

CHP’nin geçmişiyle hesaplaşması gerekir kılıfı altında, Parti’mizin geçmişini inkâr etme, emperyalizmin de isteği olan Kemalizmle hesaplaşma kavgası içinde CHP yönetimi adeta yarış hali içine girmiştir. Bu anlamda Sayın Genel Başkan’ın söylediği, “AKP iktidarına karşı mücadele ederken, ben bazen kendimi 1940’lar CHP iktidarına karşı mücadele ediyormuş gibi sanıyorum. Çünkü AKP iktidarı aynen 1940’lar CHP iktidarının ortamının, koşullarını yarattı…” şeklindeki sözleri, Parti yönetiminde gelinen noktayı ortaya koyması açısından ibret vericidir.

Yine bizzat Sayın Genel Başkan, bugün için Türkiye’de laikliğin tehlikede olduğunu düşünmediğini belirtmiş, “Bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem” demiştir. Oysaki toplum ve devlet yaşamında laiklik CHP için vazgeçilmez temel ilke iken, “laiklik tehlikede değil” diyerek laiklik karşıtı eylemlerin önü açılmış, “zaten tehlike yok ki” düşüncesinden hareketle hiçbir mücadeleye gerek duyulmamış ve hatta sessiz kalınmıştır.

Demokrasinin olmazsa olmazı laikliktir. Laiklik savunulmadığı ve esas alınmadığı zaman demokrasiyi de tam anlamıyla oturtamazsınız. Şimdi gelinen noktada yeni CHP yönetimi altı temel ilkeden biri olan laikliği değil savunmak, ağızlarına bile zar zor almaktadırlar. Sayın Genel Başkan 4+4+4’ü laikliğe darbe açısından eleştirmemiş, yalnızca parasal açıdan yeni bir rant kapısı olacak bir yasa diye yüklenmiştir. Yeni CHP dine karşı parti olmadığını kanıtlamanın peşine düşmüştür. Yönetim kadroları hedef kitlelere mesajını aktarabilmek adına bir Bosna-Hersek gezi programı gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki bu gezide CHP’nin tarihi boyunca özenle kaçındığı etnik ve dinsel politika anlayışı kullanılmıştır.

Burada Sayın Genel Başkan ve beraberindeki heyeti Gülen okulları çocukları karşılamış, gezi boyunca tüm lojistik hizmetleri Gülen hareketine bağlı turizm firması sağlamıştır.

Gezinin programı da; Diyanet İşleri Başkanlığı, Hüsrev Begova İmam Hatip Lisesi, Genç Müslümanlar Teşkilatı’nı ziyaret gibi dini mesajlar içermiştir! Bu konuda yapılan eleştirilere yanıt veren Genel Başkan yardımcısı ise, “Bizi din düşmanı göstermek isteyen AKP’ye karşı böyle olmadığımızın en somut kanıtını Bosna’da gösterdik” diyerek din sömürüsü konusunda yeni CHP yönetimi AKP ile yarışa çıktığını resmi olarak ilan etmiştir.

653 sayılı (17.09.2011) KHK ile Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında değişiklik yapılmış ve Kur’an eğitimine yaş sınırı getiren düzenleme yürürlükten kaldırılmıştır. Üstelik bu değişiklik Ekonomi Bakanlığı ile ilgili kanun hükmündeki bir kararnamenin içine gizlenerek yapılmıştır. Bu iptalle yaz Kur’an kurslarına gitmek için 5. sınıfı ve hafızlık eğitimi almak için ilkokulu bitirme şartları ortadan kalkmıştır. Yeni CHP yönetimi laikliğe açıkça aykırı olan bu düzenlemeleri “laiklik tehlikede değil” rahatlığı içinde iptal ettirmeye bile çalışmamış, dava açmamış; kamuoyuna bunu taşımamıştır.

Bugüne kadar CHP çatısı altında hiç görülmedik konular görülür hale gelmiştir. Bunları yapar veya söylerken de “Biz değişiyor, gelişiyor, Partimizi günümüz koşulları karşısında yeniliyoruz” vurgusuyla kuruluş felsefesinin dışına çıkılmış, kurucu liderimiz Atatürk’ün partisi olmaktan tamamen sapılmıştır. Sayın Genel başkan “üniversitelerde türban sorununu biz çözeriz” demiş ve bırakın üniversiteleri, türbanın ilkokula kadar inmesinin önü açılmıştır.

İmam Hatip liselerine katsayı avantajı sağlayan düzenleme ile Arapçanın eğitime girmesi konularında da yeni CHP başını kuma gömmeyi tercih etmiştir. Özel okullar ortaöğretim yönetmeliğindeki değişikliklerle Atatürk köşelerinin bu okullardan kaldırılmalarına itiraz dahi edilmemiştir.

Milli Eğitim Bakanlığı Ömer Dinçer’in “Cumhuriyet ve laiklik ilkelerinin, yerini, İslam ile bütünleşmeye terk etmesi gerekir!” şeklindeki sözleri de ne yazık ki, Partimize laikliğin tehdit altında olduğunu hissettirememiştir. Ancak 4+4+4 olarak bilinen Milli Eğitim Bakanlığı’nın İlköğretim Yasası’nda yaptığı değişiklikle birlikte yurt genelinde 5 bin civarında imam hatip ortaokulu açılması konusundaki genelge ile yıllardır ilköğretim okulu olarak kullanılan çok sayıda okul imam hatip ortaokuluna dönüştürülmektedir. Bakan Dinçer, genelgenin yanı sıra il müdürlerine de, imam hatip ortaokullarının desteklenmesi için özel talimat vermiştir. Şimdi, bu okullarda okuyan öğrenciler, 8. sınıfta İmam Hatip müfredatı görecek ve İmam Hatip mezunu olacaklar. Partimiz bütün bu olan bitenler karşısında da son derece sessiz kalmayı, hak gaspına uğrayan öğrenci ve velilerini görmemeyi tercih etmekte, başını adeta kuma gömmektedir. Bu konudaki temel dayanak ise, yeni CHP’nin “Laiklik tehdit altında değil!” argümanıdır. Milli Eğitim Bakanlığı eliyle emanetin sahibi genç kuşaklara Atatürk ve ilkeleri, eserleri, devrimleri unutturulmaya çalışılırken; sorgulamayı saygısızlık ve suç sayacak bir anlayış ve yöntemle dindar gençlik yetiştirilmesine yeni CHP bırakın karşı çıkmayı, bu değişimin laikliği ortadan kaldırmak üzere yapıldığını bile kabul etmemektedir.

Aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden Emile Zola der ki; “İrtica, saltanatını bir ülkenin eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir, kalır. Okullarda beyinleri yıkanan genç kuşaklar yönetimde görev aldıkları zaman, ülke çıkarlarının değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaklardır.”

Şu andaki CHP yönetiminin “Laiklik tehdit altında değil, irtica tehlikesi yoktur!” düşüncesinden cesaret alan iktidar, laikliği tamamen yok ettiği gibi ülkede irtica hâkimiyetini kurmaktadır. Ülkedeki tüm kurumlarda ve rejimde kendini gösteren dönüşümün yargıdaki cemaat yapılanması eliyle gerçekleştirilmesine rağmen, Sayın Genel Başkan yargıda bir cemaat yapılanması olduğunu görmediğini bu konudaki sorulara bizzat verdiği yanıtlarda belirtmiştir. Hatta siyaset yapmayan tarikat ve cemaatlere saygı duyduğunu dile getirmiş ve artık açık açık ülkemizdeki milyonlarca mütedeyyin insanımız bu tarikat ve cemaatlerin kuşatması altına itilmiştir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, yeni CHP’nin yönetim kadroları, AKP’yi iktidarda tuttuğuna inandıkları, öncelikle din öğesini kullanarak yeni seçmen kazanacaklarına ikna olmuşlardır. Büyük önderimiz Atatürk oysa bu konuda uyarısını çok önceden ve defalarca yapmıştı: “İnsanlıkta din duygu ve bilgisi her türlü boş inanlardan sıyrılarak, gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına her yerde rastlanacaktır.” Büyük eseri Nutuk’da da; Müslümanlığın, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini görmüş bulunuyoruz!” diyordu.

Cumhuriyet tarihiyle hesaplaşmayı marifet sayanlar Atatürk’ü Koruma Yasasını hedef aldıklarında Sayın Genel Başkan bu kez de onlara eşlik ederek Atatürk’ü Koruma Yasası’na gerek olmadığını söylemiştir. Yani Atatürk’e, eserlerine ve ilkelerine saldırmak suç sayılmasın istenmektedir. Şu çok iyi bilinmelidir ki, Atatürk’ü Koruma Kanunu, Mustafa Kemal Atatürk ya da İsmet İnönü tarafından çıkartılmamıştır. Bu kanun 1951 yılında, bir gecede 17 Atatürk büstünün yobazlar tarafından parçalanması üzerine, büyük önderine sahip çıkan halkın gösterdiği tepkiler nedeniyle zor durumda kalan DP iktidarı tarafından çıkartılmıştır. Atatürk’e ve onun devrimlerine saldırının adeta bir moda haline geldiği bu günlerde Atatürk’ü koruma yasasının kaldırılmasının savunulması çok düşündürücüdür.

Emperyalizm ulus devletlere düşman, ulusal olan her şeye düşmandır. Uluslaşma süreçlerini engellemekte ve parçalamaktadır. Büyük önderin devrim ışığı ile partimizin kuruluş felsefesi ve altı okla temsil edilen ilkeleri emperyalizmle mücadele vurgusunu da beraberinde taşımaktadır. Bu topraklarda daima oyunlar oynanacağı, yeni tuzaklar kurulacağı uyarısı bizzat büyük önder tarafından yapılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu fiilen bölme sürecinin bir kez daha planlanmış, bunun aşamalarının programlanmış olduğunu görüyoruz. İzlenecek yol haritasını belirlemek, bunu Türk milletine kabul ettirme senaryoları üzerinde görüş birliğine varmak konularında, Partimiz de rol alsın istenmiştir. Çünkü CHP işin içinde gösterilmeden emperyalizm ve yerli işbirlikçileri hedefe ulaşamayacaklarını bilmektedirler. O nedenle yeni CHP artık bu konuda söylem değişikliğini de aleni olarak ortaya koymaktadır. CHP yıllarca “elinden silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm dayatmaya çalışan bir terör örgütüyle müzakere yapılmaz, mücadele edilir” görüşünü savunmuştu. Şimdi farklı bir söylem var. Üstelik Partinin bu yeni tutumu Kurultay veya Parti Meclisi gibi yetkili kurullarda görüşülüp onaylanmamıştır. “Biz artık analar gözyaşı dökmesin diye her tür görüş ve öneriye açığız” denilmiş, ama yeni CHP yönetimi kendi partililerinin dahi görüş ve önerilerini sormamıştır. Yeni CHP elindeki silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm, hatta Anayasa dayatmaya çalışan teröristlerle müzakere edilmez, mücadele edilir anlayışından tamamen uzaklaşmıştır. İktidarın yıllardır yabancı ülkelerin ısrarı ve dayatmasıyla başvurduğu siyasi çözüm ve müzakere yöntemi sonuç vermemiş, terör can almaya devam etmiştir. Terör örgütünün bu yöntemle tasfiye edilemeyeceği ve can

almayı sürdürdüğü hâlâ acı bir gerçektir ve ne yazık ki gözyaşları dinmemektedir. Peki, bunun sorumluluğunu kim alacaktır?

Sonuçta reddedilemez bir gerçeklik vardır: Terörle amaca ulaşmak isteyenler silah bırakmadıkça, kan dökmeye devam ettikçe el sıkılmaz, masaya oturulmaz. Eğer ki silahla kan dökmeye devam edenler sizi silahla masaya oturtmayı başarmışsa bu teröristin kazanımıdır.

Daha fazla isteyeceklerdir. Oslo’da PKK ile masaya oturulması büyük bir suç idi. Yeni CHP yönetimi ise Oslo sürecine, sadece bu sürecin halktan gizli tutulması noktasında karşı koymuştur. Terör devam ederken hiçbir devlet terör örgütüyle masaya oturmamıştır. Bugüne kadar terör örgütü ile birçok görüşme olmasına rağmen terör, hem de artarak, can almaya devam etmektedir. Müzakere yoluyla terör bitirilebiliyorsa, ABD neden terör örgütleriyle, örneğin El Kaide ile müzakere etmemektedir. Silahlı bir kalkışma varsa orada silah bırakılana kadar müzakere değil, ancak mücadele olmalıdır. Görünen o ki, terör örgütü müzakere talepleri dillendikçe iyice hareketlenmiştir ve can almaya devam etmektedir. Bu işin özünde bölünme, ayrı bir devlet kurma vardır. Suriye’den, İran’dan, Türkiye’den koparılan toprak ve milletle, Irak’ın kuzeyinde bulunan alanda yeni Kürdistan oluşturma hayalini, emperyalizm bir kez daha pompalamaktadır. Türkiye’deki siyasi kurumlar ve tabii ki en başta Partimiz bu hayale hizmet etmemelidir. Bu işin sonu Misak-ı Milli sınırlarının bölünmesidir.

Oslo’da yürütülmüş müzakerelerin bir benzeri, Van’da TESEV kadrolarının yönlendirmesiyle yeni CHP tarafından düzenlenmiş ve içeriği gizli tutulmaya çalışılmıştır.

Buradaki toplantının içeriği öğrenildikten sonra görülmüştür ki, amaç, PKK’nın başlıca taleplerini kabul etmek; bunların hayata geçirilmesi için Hükümete destek vermek. Burada tıpkı BDP gibi yeni bir anayasal vatandaşlık tanımı istenmiş, anayasadaki Türk tanımının çıkarılmasından yana tavır konulmuştur. Van Çalıştayı tutanaklarına göre CHP’nin değişim dayatmasında örgütlerin tasfiyesiyle beraber, Parti’nin ideolojisini temelinden sarsan bir anlayış ortaya çıkmıştır. Demokratikleşme sözcüğünün altında amaç sadece Kürtçülük taleplerini partiye ve Türk Milletine nasıl kabul ettiririz arayışıdır.

2011 yılı Şubat ayının son günlerinde Van’da yapılan ve kararları halktan da saklanan çalıştayın temelinde ülke bütünlüğüne yönelik çok tehlikeli maddeler yer almaktadır. “Yeni bir anayasal vatandaşlık tanımı”, “Anadilde eğitim önündeki engellerin kaldırılması”, “Geniş kapsamlı af”, “Yerel Yönetimler Özerklik Şartına Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldırmak” ve “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” gibi, PKK’nın talepleri ve emperyalist çevrelerin de aynı görüş ve siyasetleri olduğu bilinmektedir. Böylece CHP’nin temel esaslarının bir bölümünden vazgeçmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Çalıştaylarda değişik görüşler ortaya konulabilir. Bu son derece doğaldır. Ancak bu görüşler partilerin ilke kararlarını oluşturacaksa o zaman işin rengi başkadır.

Çalıştayda “yeni bir anayasa projesiyle yeni bir idari yapılanma” da gündeme alınmıştır.

Türkiye otonom yerel yönetimlere mi ayrılmak istenmektedir? Böyle bir yapılanma ve yeni bir anayasal vatandaşlık tanımıyla beraber Türkiye’nin ulus ve üniter devlet yapısı esasına tamamen aykırı bir durumdan söz edilmektedir.

Bu çalıştayda Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı da, 1988 yılında Turgut

Özal döneminde dahi tehlikeli bulunup ihanet çizgisine çekilebileceği için çekince konan maddelerine kadar sahip çıkılarak benimsenmiştir. Avrupa Konseyi kapsamında hazırlanan anlaşmayı Türkiye, 21 Kasım 1988’de imzalamıştır. Bazı maddelerine çekince konarak 1991 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanan anlaşmada devletimiz örneğin, “yerel makamlar kendi iç idari örgütlenmelerini, kendileri kararlaştırabileceklerdir” fıkrası yine, “yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır” fıkrası veya “yerel yönetimler kendi yetkilerini serbestçe kullanabilmek için özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olacaklardır” şeklindeki fıkra ve maddelerden ötürü Türkiye’nin üniter devlet yapısının parçalanmasına yol açacağı muhakkak olduğundan bu tür maddeleri kabul etmemiştir. Referandum öncesi Öcalan ve Demokratik Toplum Kongresi’nin gündeme getirdiği “yerel yönetimlere özerklik” talebi, bu çalıştay sonrası yeni CHP’nin de söylemine girmiş ve tüm çekincelerin kaldırılarak tüm madde ve fıkraların kabul edileceği belirtilmiştir.

Bu, Oslo sürecindeki AKP’den bile daha fazlasını taahhüt etmektir.

Türkiye etnik köken açısından çoğulcu bir yapıya sahiptir. Böyle olduğu için de Cumhuriyeti kuranlar laikliği ve etnik çoğulculuğu temel ilke olarak kabul etmişlerdir.

Bunun içindir ki, Cumhuriyet öz itibarı ile bir siyasal bilinç cumhuriyeti olarak kurulmuştur.

Ancak yeni CHP yönetimi parti tabanından ısrarla saklanan Van Çalıştayı kararları ve son zamanlardaki yol haritası olarak sunulan belge ile etnik kökenciliği istismar edecek olanlara hizmet edercesine, ülke insanını etnik bir sınıflamaya tabii tutmaktadır. Yeni CHP’nin çözüm arayışı dediği tamamen Oslo’da kurulan tezgâhın meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.

TESEV’in Kürt sorunu ile ilgili hazırladığı raporlarından birinin adı: “Adaletin Kıyısında Zorunlu Göç Sonrasında Devlet ve Kürtler.” TESEV’in bu raporla ilgili düzenlediği panelde, Cumhuriyet Devrimi’nin bir devrim değil, İttihat ve Terakki Partisi’nin düşüncelerinin yeniden iktidara gelişi olduğu savunulmuştur. Sorunun adına “Kürdistan Sorunu” denilmiş ve bu sorunu Cumhuriyet Devrimi ideolojisinin yarattığı öne sürülmüştür. CHP, işte bu TESEV kadrolarının yön verdiği bir Parti’ye dönüşmüştür. Bu kadrolar ısrarla CHP’den ulusalcıların tasfiye edilmesini istemektedirler.

Yeni CHP yönetimi, “Atatürk ilkelerinin bekçisi değilim” diyen Bursa milletvekiline karşı sessiz kalmıştır. Üstelik Parti’mizin simgesi altı ok, korumak istemediği bu ilkeleri ifade etmektedir.

Yeni CHP yönetimi, “Tekke ve zaviyelerin kapatılması yanlış olmuştur; yeniden açılmalıdır” diye demeç veren Ankara milletvekiline de tepki göstermemiştir.

Tunceli milletvekili, “Dersim’de CHP katliam yapmıştır, bundan Atatürk de sorumludur” dediğinde yine onaylarcasına sessiz kalınmış, ama bununla da yetinilmeyerek, “Sabahattin Ali’yi CHP öldürtmüş, Nazım Hikmet’i CHP ülkeden kaçırtmıştır” denilebilmiştir.

CHP’nin geçmişiyle hesaplaşması gerekir düşüncesinden yola çıkarak bir redd-i miras durumu mu yaratılmak istenmektedir? Partimizin kurucu lideri büyük önder Atatürk, yıllar öncesinden günümüzde olabilecekleri öngörerek şöyle demişti: “Gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı günü ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz. Bilakis, Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakiki zihniyetlerini tahlil ve tespitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir.”

Parti’mize olan güvenin ilk zedelendiği nokta daha yasama yılının başında yaşanmıştır.

Yeni CHP yönetimi tutuklu iki milletvekili arkadaşlarımızın haklarını savunmada bile yetersiz kalmıştır. İçeriği boş bir mutabakat metnine imza atarak, Parti’ye olan güven önce orada sarsılmaya başlamıştır.

TESEV kadrolarının yönlendirdiği ve hatta yönettiği yeni CHP yönetimi şunu bilmelidir ki, TESEV ve SOROS sol değildir, devrimci değildir; emperyalizmin kollarıdır, parmaklarıdır. Herhalde emperyalizm ve kapitalizme sol diyebilecek bir fikir şaşkınlığı yoktur.

Laik demokratik Cumhuriyet’in, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, ulus devletin, devrimlerin, bağımsızlığın üzerine çizgi çekmeye çalışan emperyalizm ve işbirlikçilerinin karşısında Parti’mizin tam bir mücadele kalesi olarak sapasağlam durması gerekir. Oysa

yeni CHP, herkesi son derece şaşkınlığa uğratacak başka bir tavır değişikliği daha göstermiş ve siyasi partilerin Türkçe’den başka dillerde de faaliyette bulunmasını öngören kanun teklifini TBMM Başkanlığı’na sunmuştur. Teklife göre, önseçim çalışmasında bulunan aday adaylarının faaliyetlerinde Türkçe’den başka dil ve yazı kullanılabilecektir. Teklifle, Siyasi Partiler Kanunu’nun “azınlık yaratılmasının önlenmesi” başlıklı maddesinde değişiklik yapılmaktadır. Bu değişiklikle, siyasi partilerin Türkçe’den başka dillerde faaliyette bulunmasının önündeki yasaklar kaldırılmaktadır.

Günümüzde emperyalizm ekonomik ve politik maiyetinden dolayı ulusal devlet çerçevesini parçalayarak açmakta, kozmopolit bir yapı oluşturmakta, ekonomik ve buna bağlı olarak askeri gücüne dayanarak, daha çok sayıda ülkeyi boyunduruk altına almaya çalışmaktadır. Bugün ulusların yazgılarını kendilerinin belirlemesi düşüncesi liberalizmin sözcülerince halkları yanıltıcı bir şekil almıştır. Belli bir noktadan sonra milliyetçi talepleri desteklemek, ezilen halkların kurtuluşuna yardımcı olmak yerine burjuva iktidarı için bir mazeret halini almıştır. Özellikle sosyalist sistemin dağılmasından sonra emperyalist odakların uyguladıkları böl ve yönet politikasının acı sonuçları göz önüne alındığında ulusal hareketlerin bölgesel kalkışmaların ne denli halkların ve bölge insanının gerçek çıkarlarını temsil ettiği titizlikle ve bilimsel bir gözle bir kez daha irdelenmelidir.

Yurtseverlik; üzerinde yaşanılan toprağa, konuşulan ana dile ve ulusal kültüre duyulan ilgi ve sevgiden ibaret değildir. Yurtseverliğin özü bireylerin toplumsal katkı ve ilişkilerinde geçmiş ve bugünün gerçek ortamı karşısındaki tutumlarında yatmaktadır. Yurtseverliğin içeriğini belirleyen en temel öge ilerici toplumsal düzen uğrunda girişilen mücadelelerdir.

Yurtseverlik ulusal ve uluslar arası bir bütün olarak ele aldığı için milliyetleri ve etnik toplulukları bölmek yerine onları birleştirir. Bugün ulusal kimliği koruma çağrılarını kalkan olarak kullanan milliyetçi eğilimlerin, içinde yaşanılan ekonomik yapıyı sürdürmeye ilişkin tutumları da çok iyi gözlenmelidir.

Ulus devlet yapısının tahrip edilmesinde Cumhuriyetimizi kuran Parti’mizin adının yer aldığını görmek, bu partiyi antiemperyalist bir mücadele odağı kabul edenler açısından içler acısı bir durumdur. Ülkemiz bölünmenin, etnik ve inanç çatışmalarının eşiğine getirilmiştir.

Laik, demokratik Cumhuriyet rejimi büyük bir tehdit altında iken halkın umudu olması gereken CHP, iktidar partisi ile kol kola bölünmenin anayasasını hazırlıyor. Oysaki hiçbir hükümet kurucu iradenin üzerinde değildir ve hukuken yeni bir anayasa yapmak gücü yoktur. Ülkesini seven ve geleceğinden kaygı duyan yurttaşlar, CHP’nin dışardan dayatılan, sömürücülüğün ve AKP’nin çıkarlarına uygun yeni anayasa çalışmalarından çekilmesini talep ederek, Parti’mizin kuruluş ilkeleri ve felsefesine dönmesi için seslerini duyurmaya çalışırken, CHP yönetimi bu sese gözlerini ve kulaklarını tamamen kapatmaktadır. Bir ülkenin rejimini belirleyen, siyasi iktidarın el değiştirmesini, işleyişini, görevlerini, yetkilerini belirleyen temel metin olan anayasa, her akla gelindiğinde ya da her sayısal çoğunluk bulunduğunda yenilenemez. Şu andaki anayasa 1982 anayasası değildir. Anayasanın 175 maddesinin 114’ü Meclis tarafından değiştirilmişse bu anayasa nasıl hâlâ darbe anayasası olur. Ama bu argüman işleniyor ki, yeni anayasaya ihtiyacı olanların çıkarına hizmet edilebilsin. Yeni anayasaya emperyalizmin, bölücülerin ihtiyacı var. Siyasi iktidarın CHP’ye sadece fiziksel olarak, şekil olarak, hazırlanılmış bölücü anayasaya meşruiyet kazandırmak açısından ihtiyacı vardır. Başka da hiçbir anlamda CHP’nin varlığına gerek duymamaktadır.

4+4+4 olarak bilinen yasa tasarısı kabul edilirken en net şekliyle görülmüştür ki, iktidar gerektiğinde demokrasi kurallarını çiğneyecek, rejimi kendi istediği gibi değiştirebilecektir.

Rejim değiştirilmektedir ve hukuki kılıfı da yeni anayasa olacaktır. O halde bu kadar açık bir tablo karşısında CHP neden ısrarla yeni anayasa çalışmaları içinde göstermelik de olsa yer almak istemektedir?

6 Temmuz 2012
İSA GÖK      CHP Mersin Milletvekili-PM Üyesi”

 

Bu yazı Parti Yöneticileri takip Çalıştayı kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.