DAVASINA SADIK TEK ÖNDER: REHBER-İMAM

DAVASINA SADIK TEK ÖNDER: REHBER-İMAM Mustafa YILDIRIM

Oyun, öyle yerli soytarılarla kurulamayacak kadar basit, ince; ama her adımı zamanında…

Belediye seçimleri yaklaştıkça yolsuzluk kayıtları yayıldıkça, muhalefet giderek bloklaştıkça… Öne çıkmamalı halkın Gezi hareketi; çatallanmalı muhalefetin sesi.

Bakmayın paşa dediklerine, Amerikan Paşası Mullen ona “İlker” diyordu ortalık yerde… Silivri’den çıkarılıverdi Mullen’in İlker’i!

Bir anda belediye seçimi unutuldu; medya göstericileri Paşalarının önünde, yanında, orasında, burasında; “İşte” dediler, “Cumhurbaşkanımız!”

Çabuk söndü paşa mumu… Artık seçimler yakın mı yakın, muhalefet medya da manşetler; “Çıktılar, çıkacaklar!” Yandaş medyada da “Çıktılar, çıkacaklar!”

Tam zamanında açtılar kapısını Silivri’nin… Muhalefetin sesleri çatallandı, her kafadan bir ses:

Kimisi “Kürt-Türk emekçi halkının devriminden”, “Suriye’den Esat, Irak’tan (İran-Amerikan ortak uşağı) Maliki ve İranlı görevlilerle Sultanahmet’te birlikte namaz kılacağız” deyiverdi “Mustafa Kemal’in askeri” ilan eden birisi…

Hükümet Başkanı’na teşekkürü borç bildi “subay” olamamış memurların bazıları! Hedef Türklerin devleti değilmiş de kendileriymiş gibi esaret zulmünden yakınıp durdular!

Unutulup gitti asırlardır eşi benzeri görülmemiş çapulculuk! Oylar sayıldıydı, başkasına yazıldıydı derken olan oldu; belediyelerin çoğu sarardı, hele Karadeniz sapsarı kesildi!

Kazandı yine Asitane’nin Rehber İmamı…

Seçimin üstünden bir gün bile geçmeden, muhalefet bir tas soğuk su içti dürüst halkın çalınan oyları üstüne!

Çapulun üstünden iki gün geçmemişti ki muhalefet halkın öfkesini bastırmaya soyundu ve hemen “Cumhurbaşkanlığı” sandığına bağlayıverdi gündemi.

Kapılardan serbest bırakılanlar işgal ediverdi ön sayfaları, orta sayfaları, ekranları: Kendilerine acıdıkça acıdılar… Gençleri Ayetullahlara gönderdi birisi. Gençler “İran da devrim yaşanıyor” dediler; ama Ayetullahlardan söz etmediler!

Bekledi, bekledi, ana-baba muhalefet, aday açıklayacaklar, açıklayacaklar, açıklayacaklar…

Sandığa iki ay kalmıştı; birden “asıl hedef Cemaat” dedi birisi, “AKP’ye destek olalım!”

Oldular, oldular… Sandığa on iki gün kala o da ne “Cemaate operasyon!”

Sandık güme gitti yine! Kendilerini soldan-sağdan muhalefet sanan örgütler unuttular seçim taktiklerini…

Rehber İmam, sözüne sadık, yeminine sadık, hocalarına sadık, davasına sadık; yürüyor emin adımlarla hilafet koltuğuna!

Ara yerde “Cemaat” gösterip” kuruyor Birleşik İslam İnkılâp Kuvvetlerini!

Kardeşi Abdullah, aralarında çekişme varmış gibi yumuşatıyor irili ufaklı sözde muhalefeti! Hatıralarında kalmadı Londra’da kurulan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman ilan eden “Khilafat 1924” örgütü!

İçerdeki savaş için silahlı-uygulamalı eğitimdeler el-Kaida, al-Kudüs, Müslüman Kardeşler elemanları, Kürt Hizbullahileri, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, Malezya’da, İran’da…

Gün gelecek ellerinde silahları, savaşlarla pişkin dönecekler; şaşırtacaklar’

Şimdi söyler misiniz Mart’ta, Ağustos’ta sandık günlerine yaklaştıkça neden ciddi operasyonları, adım adım, harika zamanlamayla yerli ekip düzenleyebilir mi?

Politik ufukları Kum’daki Ayetullahların karanlığıyla, Pekin’in, Şam’ın, Bağdat’ın, Moskova’nın, Katar’ın, Suud krallarının, Amerikan devletinin, İngiliz-Alman-Fransız-Atina devletlerinin, Tel-Aviv korsanlarının kararlarıyla uyumlu ve sınırlı olanlardan medet umulabilir mi?

“Bağımsızlık” ve “özgürlük” istemeyi hak etmek için önce kendi beyniniz bağımsız-özgür olacak; başka devletlerin politikalarına göre değil kendi ülkeniz için, kendi tarihsel özünüze, ahlakınıza uygun savaşacaksınız!

Ey Türkler ve kaderlerini onlarla birleştirenler!

Savaşacaksınız, hem de beş gün değil yıllar sonrası için! Ölecekseniz, gerçek insan özgürlüğü için, ilkelerini satmadan ölmeye değmeli!

31 Temmuz 2014

  ÇARE SENDE!   Mustafa YILDIRIM

Salon konuşmalarını dinlemiş mi? Evet, hem de kaç kere!

Televizyonlarda, sabahlara dek süren, tartışmaları izlemiş mi? Evet, izlemiş hiç bıkmadan!

Ağza alınması zor sözlerle yöneticilere saldıran, her biri 50–100 bin satan o kitapları okumuş mu? Evet, okumuş; içi rahatlamış!

Okumakla kalmamış; kime rastlarsa o yazıları övmüştü.

Lider bellediği o adam, kuyruk sallayınca içerden-dışardan saldıranlarla Cumhuriyet Devleti yıkıcılarına soluğu kesilmiş, çöküp kalmıştı.

Alanlara çıkmış birleşelim diye; “Katılanların sayısı bir milyon” denilince de “İşte çılgın Türkler” diye ayağa kalkmıştı.

İkinci gün suskunluk, üçüncü gün bildik sloganlar…

Öfkelenmiş; “Halk nerde? Çılgın Türklere ne oldu?” diye sorup durmuştu.

Aklına bile gelmemiş halkın 65 milyonunun “tweet” , “facebook” işleriyle uğraşacak zamanının, gücünün olmadığı!

“Ekmek kavgası derman mı bırakır akşama!” dememiş; onlarla birlikte yaşamamış, onların dertlerini günlük, sıradan işler diye geçiştirmiş!

Ordunun, Kumandan Mustafa Kemal’in “İstiklal Ordusu” olmadığı hiç aklına gelmemiş; kanmış abartılı manşetlere!

….

Askeri garnizonda bayrak indirilince şaşırıp kalmış ve gelmiş, soruyor:

“Şimdi ne yapacağız? Çare yok mu?”

Reçete arıyor; ama bizde öykü çok:

Kalkıp gelmişlerdi Denizli delegeleri çare aramaya Sivas’a.

Kumandan sözü uzatmadı:

“Filhakika (gerçektir ki) İstanbul’da, şurada burada nümayişler (mitingler) yapılmıştır; ancak, sizin Aydın Kuva-yı Milliyesi’nde patlattığınız tüfeklerin sesi Paris saraylarında çınladı!” [1]

….

Çaresizlik duygusu kolay atılamazdı o günlerde.

Osmanoğullarının son kalıntıları, saltanatlarını, ailelerini kurtarmak için orduları, telgraf-telefon şebekesini, postaneleri, limanları, Çanakkale Boğazını, İstanbul Boğazı’nı, Antep’i, Çukurova’yı, İzmir’i, Ege’yi… teslim etmişlerdi bir Yunan adasında.

Şimdilerde “ceddimiz”, “atalarımız” diyerek böbürlenilen o saltanat düşkünleri, o teslim anlaşmasını imzalatırken Kumandan Halep’teydi ve püskürtmüştü İngilizleri, Mekkeli Haşimiler aşiretinin oğlu Faysal’ın çapulcularını.

Kumandan, İskenderun-Belen-Tel Afrin-Tel Afer- Musul savunma hattını kurmaya çalışıyordu. Aynı günlerde Musul’daki ödlek Osmanoğlu Paşası, teslim ediyordu Musul’u, İrbil’i, Kerkük’ü, Tel Afer’i ve Türk ordusunu…

Yine o günlerde Musul’da sürgündeydi Balkanların Hürriyet Komitacısı Yahya Kaptan!

Kumandan’a ulaşmak için düştü yollara, atlatarak Kürt pusularını, ulaştı Adana’ya! (Bk. 58 Gün)

Ne talihsizlik! Ordusu Hanedan emriyle dağıtılan Kumandan, İstanbul’a gitmişti.

Osmanlının zaptiyelerinden sakınarak, kentlere, kasabalara, köylere girmeden yürüdü Kaptan. Yürüdü aylarca; sonunda ulaştı işgal İstanbul’una. Ancak yine Kumandan’ı bulamadı. Kumandan Erzurum’daydı.

Kaptan, günlerce dolaştı geceleri İstanbul’da.

Gündüzler, İngiliz, Fransız, Yunan…

Daha kötüsü İngiliz emrindeki Vahdettin’in muhbirleri…

Islak, soğuk gecelerde Kasımpaşa’nın karanlık sokaklarında yürürken içini yaktı binlerce kez o soru:

“Ne yapmalı? Şimdi ne yapmalı?”

Sonunda çıkageldi sürgün arkadaşı Tikveşli Ömer. “Ne yapmalı?” diye sordu Tikveşili’ye. İçten gelen ıslık gibiydi sesi, “ Bir çaresi olmalı be yahu!” dediğinde!

İki hafta sonra buluştular bir kez daha.

“Haydi, Kaptan” dedi Tikveşli, “Sırtla heybeni! Beykoz ormanlarını geç geceleri, Gebze yakınında Kuşçalı Köyü’ne ulaş, Köy’e girme, Karakola gir!”

Kaptan irkildi; “Bu da bir tezgâh mı? Karakol Cemiyeti beni oralarda mı bitirecek?” diye geçirdi içinden; kaşlarını çattı, Tikveşli’yi duyabilmek için eğildi. Tikveşli fısıldadı:

“Telgraf makinesinden alacaksın emri.”

“Kimden?”

“Hele bir var karakola” dedi Tikveşli, bostanın içinde ayaza kesmiş karanlığa karıştı.

İçinde bin bir karanlık kuşkuyla girdi karakola Kaptan.

Çavuş, şuracıkta “Bekle!” dedi.

Ay karanlık, gece uzun, yıldızlar soğuk…

27 yıllık ömrüne bir yirmi yedi yıl daha eklendi bir gecede.

Tanyeri ağardı ağaracak; telgraf makinesinin tıkırtılarıyla silkindi.

Çavuş, “Emredersiniz!” diyerek tıkırdattı manipleyi ve “Gel!” dedi Yahya Kaptan’a. Kaptan şaşkın, donup kaldı.

Çavuş sesini yükseltti:

“Mustafa Kemal Paşa makine başında! De şimdi, diyeceğini!”

Kaptan’ın sesi titredi:

“Kumandanım! Ben size İzmit’ten tavsiye edilen Yahya Kaptan! Emrinizdeyim!”

Derin derin soluyarak bekledi Kaptan, makineden gelecek yanıtı.

Sonunda uzaklardan gelen iç açıcı çoban türküsü gibiydi makinenin sesi:

tıkı-tık-tık… Tık-tıkı-tıkı-tık…”

Çavuş sesini yükselterek okudu çözdüğü telgrafı:

“Kuvvetli bir teşkilat kur!

Gözlerinden öperim.

Heyet-i Temsiliye Reisi

Mustafa Kemal!”

Kaptan, “Hepsi bu mu?” diye sordu.

Çavuş, “Hepsi bu Kaptan!” dedi, “Yolun açık olsun!”

Yahya Kaptan, Dilovası’ndaki arkadaşına giderken, “Çocukları da alırım, Rumeli göçmeni gibi yerleşiriz köye; sonrası Allah kerim” diye söylendi kendi kendine. Yorgunluktan yığılacakken olduğu yere yineleyip durdu emri:

“Kuvvetli bir teşkilat kur!”

“Kuvvetli bir teşkilat kur!”

İzmit Körfezi’ne doğru yol alan İngiliz zırhlısını görünce içi buz kesti; ama birden yineledi:

“Kuvvetli bir teşkilat kur! Gözlerinizden öperim!”

İçi ısındı, göğsü genişledi; “Demek ki çare buymuş’ Kuvvetli bir teşkilat kuracağım” diyerek pelitlerin arasından aşağılara yürüdü.

Sonra mı?

Yahya Kaptan emri bir haftada yerine getirdi.

Daha sonra mı?

“Ulus Dağı’nda bir ateş yaktı Asker Makbule”

Ancak binlerce yıllık ilke değişmedi:

Sızlanmak, dövünmek, boş yere ağlaşmak, alçaklara sığınmak çare değil!

Yere düşen bayrak sandıkla kalkar mı?!

[1] Osmanlı’nın başları öne düşmüş heyeti, Paris Paylaşım (Onlar Barış diyor, tıpkı bugünlerdeki gibi) toplantısında zılgıt ütüne zılgıt yiyor; küfre varan hakaretler karşısında sus-pustular.

1 Temmuz 2014

KÜRT HİZBULLAHİLERİ – PKK ORTAKLIĞI  Mustafa YILDIRIM

Dikkatli okurlar İran devlet başkanı Ahmedinejad’ı, İran al-Kudüs Kuvvetleri’nin yerli uzantılarıyla birlikte Sultanahmet camisi çıkışında “Sardar! Sardar!” diye haykırarak selamlayanları anımsayacaklardır. (Serdar: Başkumandan)

Ne ki medyamız ve Cumhuriyeti savunanlar, yüzlerce işkence-cinayetten sorumlu önderleri salıverilmese Kürt Hizbullahileri unutmuşlardı. Oysa Kürt Hizbullahilerinin binlercesi tutuklansa da Güneydoğu’da 50.000 kişiyle gösteriler düzenlemişlerdi.

Üstelik yalnızca Güneydoğuda değil kısa süre önce İstanbul’da da 20.000 kişiyi alana toplamışlardı.

Kum kentinde Hizbullahileri uzun yıllar temsil edenler de hapisten çıkar çıkmaz, tıpkı İran’daki gibi, “Mustazaflar Derneği” adı altında yeniden örgütlendiler. Yeni örgütlenmenin onursal başkanı Mele Enver Kılıçaslan ( Uzun yıllar Kum’da Ayetullahların yanında Hüseyin Velioğlu cemaatini-örgütünü temsil etmişti) fetvalarıyla 2010 Anayasa referandumuyla Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkımını destekledi.

Şimdilik  “Hizbullah (Allahın Partisi)”  yerine HUDA-PAR’ı (Hur Dava Partisi) kurdular. “Huda”nın karşılığı da “Allah”tır.

Hizbullahi önderlerin dava avukatı M. Hüseyin Yılmaz, Mustazaflar (Humeyni’i emriyle İran’da da kurulmuştu) derneğinin başkanıydı; şimdi de partinin başkanı oldu.

İran’da olduğu gibi Anadolu’da da halkı sokaklara dökerek iktidarı ele alacaklarını; ordunun bile bunu durduramayacağını açıklamıştı.

HUDA-PAR Başkanı şimdi de Öcalan’la görüşmeleri destekliyor. Ancak PKK’nın Kürtlerin tek temsilcisi olamayacağını, kendilerinin de masaya kabul edilmesini istiyor.

Kürt Hizbullahileriyle PKK yıllar önce Cumhuriyet Devleti’ne karşı uzlaşmışlardı. Uzlaşma sürebilir mi?

Kürt Hizbullahileri, Cumhuriyet devletinin parçalanmasından mutlular ve İran’a bağlılıklarını şimdilik koruyorlar.

Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta İran-ABD-AB-İsrail- AKP desteğine arka çıkan Kürt Hizbullahileri, Suriye ve Lübnan’da İran egemenliğini destekliyor; ABD-AB-İsrail koalisyonuna karşı çıkıyorlar.

Oysa PKK, uzun yıllardır Washington’dan yönetiliyor! AKP-BDP koalisyonu bu nedenle Kürt Hizbullahilerine dikkat ediyorlar; fakat şimdilik masaya çağırmıyorlar. Bu nedenle bir kez daha hocalığa soyunan Öcalan, Amerika hicretindeki Hocaefendi’ye selam yolluyor.

AKP hükümeti de Osmanlı-İslam bayrağı altında toplanacaklarını açıklayarak durumu kurtarmaya çalışıyor.

Ancak Kürt Hizbullahileri ve PKK, dış devletlerin güdümünde ve etnik ayrımcılık temelinde yürürken her an taraf değiştirip kan dökebilirler; silahlarını her an ortaklarına yöneltebilirler! Onların ardına takılan Kürtler de emperyalist ülkelerin topraklarında sığınacak yer ararlar ya da anti-emperyalist savaşımların önderi Türklerden medet umarlar!

Araya kan ve ihanet girmişse, Türkler artık “kardeşlik” isterler mi?

Tarih gösteriyor ki, Türklere karşı “gâvurun kılıcını sallayan” azınlıklar, önünde sonunda yurtlarını yitiriyorlar!

Ama söyler misiniz, ihanetleri nedeniyle cezalandırılanların sayısı, 1923’te olduğu gibi, “150” ile sınırlı kalabilir mi?

8 Nisan 2013

 

ONLAR “TETİKÇİ” DEĞİL HİZBULLAHİLERDİR  MUSTAFA YILDIRIM
Onlar, İmam Humeyni’yi tek “rehber” olarak tanıyan ve onun emriyle kurulan  al-Kudüs Kuvvetleri – Uluslararası İslam Ordusunun askerleri, Türkiye’de Hatt-ı İmam Humeyni’ye sadık bir devlet kurmak için savaşanlardır.

Onlar, Afganistan’da, Bosna’da, Kafkasya’da, Türkiye’de şahadete ermeye yeminli, Cuma namazlarından sonra zincir eylemle düzenleyenlerdir.

Rehber İmam’ın kızını Mumcu öldürülmeden bir ay önce, “Yaşasın Hizbullah” nidalarıyla İstanbul’da getirip konuşturan, “Tam bir Salman Ruşdi” diye Turan Dursun’u işaret edenlerdir.

Sepah’ın (İnkılap Muhafızları) Al-Kudüs Kuvvetleri cellatlarıyla işbirliği içinde Çetin Emeç’i cezalandıran; Humeyni’yi rehber olarak tanımayıp Türkiye’ye sığınanları sepah işkencecilerine teslim eden, sonra da Yalova’ya gömenlerdir.

Al-Kudüs Kuvvetleri komutanlarının isteğiyle Muammer Aksoy’a, Turan Dursun’a, Bahriye Üçok’a İslamın hükmünü uygulayanlardır.

Komutan Ahmedi Vahidi’nin emriyle Humeyni Hattı’na muhalefet eden Suudileri cezalandırmak için Suudi; Mısır’ı cezalandırmak için Mısırlı; Irak’ı cezalandırmak için Iraklı diplomatı Ankara’da öldürenlerdir. Hacca gidenlerin sayısını kısıtladığı için Diyanet Vakfı’nı bombalayıp yakanlardır.

1992’de İsrailli diplomatı otomobiliyle birlikte havaya uçurup, aynı yerde yoldan geçen yurttaşlarımızı öldürdükten sonra “Bu olay Türkiye’nin laik yönetimine ders olsun” diye bildiri yayınlayanlardır.

Onlar, Ankara’da Amerikalı teknisyeni kamyonetini bombayla uçurup öldürerek “Büyük Şeytan”a ders veren al-Kudüs Kuvvetleri ameliyatçılarıdır.

Yayın yoluyla 1992-1993’ü “İslami Direniş Yılı” ilan eden ve
“Türkiye’nin nasıl sarsıldığı görülecektir” diyerek eylemlerini önceden bildirenlerdir.

Mumcu suikastından bir ay önce Al-Kudüs Kuvvetleri komutanlarının isteğiyle İranlı direnişçiyi sepah işkencecilerine teslim edenlerdir.
*
İmam Humeyni’nin katil fetvasına karşı çıkan Turan Dursun’un öldürülmeden kısa süre önce, “Muammer Aksoy’un İslamcı kesimler tarafından yargı konusu yapıldığına kesinlikle eminim. Ve birçokları ‘163. madde kaldırılsın’ derken Muammer Aksoy, ‘Hayır. 163. madde kaldırılamaz. Bu Türkiye’nin laikliğine en büyük tuzaktır’ diyerek sesini olabildiğince yükseltmiştir” diye belirttiği Hatt-ı Humeyni ameliyatçılarıdır onlar.

Öldürülmeden birkaç ay önce faili meçhul deyip geçmeyerek “Prof. Muammer Aksoy, Doç. Bahriye Üçok, gazeteci Çetin Emeç ve yazar Turan Dursun gibi aydınların canlarını alan İslamcı terör” diye yazan Uğur Mumcu’ya kıyarak “Türkiye’nin nasıl sarsıldığı görülecektir” sözlerini yerine getirenlerdir.

İstanbul’a gelen al-Kudüs Kuvvetleri komutanının emriyle Mumcu’nun öldürülmesinden 3 gün sonra Kamhi’ye “Allah rızası için”  suikast düzenlediklerini söyleyen “İslami Hareket Süreci” ameliyatçılarıdır.

Onlar, İmam Humeyni’nin fetvasına uyarak “Kudüs Günü -İslamın Uluslararası Direniş Günü”nde  “Yaşasın Şeriat! Yaşasın Hizbullah! Kahrolsun laik – Kemalist diktatörlük!” diyenlerdir.

Ayetullah Sanei’nin katil fetvasına uyarak, İstanbul’da, 20 bin kişinin “Yaşasın Hizbullah!” haykırışları arasında, “Her ne pahasına olursa olsun İslam’ın hükmünü Aziz Nesin’e icra edeceğiz ve onun cezasını vereceğiz!” diyen açık sözlü Hatt-ı İmam Humeyni erleridir onlar.

Onlar, hüküm uygulandıktan sonra yayın yoluyla “Halkın Sivas olaylarında Hizbullahi hedefler doğrultusunda, devrimci Müslümanlarla birlikte hareket etmesi önemli bir gelişmedir” diyen erleridir.

İslam inkılâbının önünde engel olarak gördükleri Prof. Ahmet Taner Kışlalı’yı bombayla parçalayan; 1997-1999 arasında Kürt Hizbullahi örgütünü dağıtan, binlerce Hizbullahiyi tutuklatan Gaffar Okkan’ı cezalandıran ameliyatçılardır onlar!

Onlar, Sultanahmet Camii önüne binlerce Hizbullahiyi toplayıp Ahmedinejad’a “Sardar! Sardar!” diye bağırtanlardır.

Onlar,“Büyük Şeytan Amerika”nın tetikçisi–taşeronu diyerek aşağılamaya çalıştığınız, eylemlerini, suikastlarını inkâr etmeyen Hatt-ı Humeyni Hizbullahileridir.

Onların baş koydukları yol, 1979’dan bu yana Türkiye’nin dört bir yanını inleten şu haykırışlarıyla bellidir: “Yaşasın Hizbullah!” “Yaşasın Şeriat!”“Zafer İslamın!”“Müslüman Türkiye!”, “Şeriat gelecek zulüm bitecek!”, “Muhammedin ordusu kafirlerin korkusu!”, “Laikliğe son!”, “İkiyüzlü Laik Türkiye Cumhuriyteti!”, “Laik düzen yıkılacak!”

Onlar, Uğur Mumcu’ya karşı öfkeleri bir türlü dinmeyen, suikasttan yıllar sonra bile “Sakıncalı piyadeydi! Şimdi oldu sakıncasız piyade… Uğurlar ola! Uğurlar ola!” diye yazabilenlerdir.
*
CIA ve yerli ortakları yerine, Hizbullahilerce öldürülünce sizin canlarınızın kahramanlıkları eksilmez.

Emredeni, yetiştireni belliyken, “Hayır bilinmiyor!” diye diye, “Hepimiz Hizbullahiyiz!” haykırışlarıyla yürüme yollarını açarsınız.

Yeni koloniciliğe karşı duranların, işlerine geldiğinde “Büyük Şeytan” ile kol kola giriveren Hizbullahilere, al-Kaida’ya, Silahlı İslami Cephe’ye gereksinimi yoktur ve ilke bellidir:

Bağımsızlık yolunda yürüyenlerin savaşımı da bağımsızdır; karanlığa değil, aydınlığa doğru ilerler! MUSTAFA YILDIRIM

AYETULLAH’IN KATİL FETVASI Mustafa Yıldırım
Kanıtsız kurguların, ön yargılı açıklamaların yarattığı sisli ortamı aralamak gerekiyor. Öncelikle olayları anımsamak yararlı olacaktır.

Tahran’da, Ayetullah Hassan Sanei, Kasım 1992’de, Selman Rüşdi’yi öldürenlere verilecek ödülü 2 Milyon dolara çıkardıklarını açıklamış; Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden bir ay sonra da Aziz Nesin’i de hedef göstermişti:

“Bir ABD uşağı ve Şah Rıza Pehlevi gibilerin oyuncağı olan Aziz Nesin, İslam için önemli bir düşman değildir. Ancak kitabı yayınladığı takdirde de sonunun ne olacağı bellidir.”

“Müslüman İşadamı” olarak tanıtılan M. Ali Şadoğlu da Aziz Nesin’in “kellesi” için “Rüşdi’nin ödülünün onda biri kadar, 200 bin dolar ödül” vereceğini gazete ilanıyla duyurmuştu.

İstanbul-Cağaloğlu’nda Cuma namazı sonrasında Aydınlık bürosunu taşlayan kitle daha sonra valilik binasına yürümüştü. Al-Kudüs Kuvvetleri’nin Türkiye kolu; bu olayı övgüyle duyururken Aziz Nesin’i bir kez daha hedefe koymuştu:

“Aziz Nesin tam bir Rüşdi. Ömrünün son demlerine gelmiş Aziz nesin ilerleyen yaşına rağmen Selman Rüşdi’nin Sancho Panza’sı rolünü sürdürüyor.”

Bu açıklama, üç yıl önce İran’dan gelen “Türkiye’nin Selman Rüşdisi Turan Dursun” açıklamasına benziyordu. Turan Dursun öldürülmüştü. Haziran 1992’de de Kahire’de yazar Dr. Ferec Fuda, öldürülmüştü. Al Kudüs Kuvvetleri’nin yayın koluna göre Dr. Fuda, “küfür önderi” ve “Mısır’ın Turan Dursun’u” idi.

“GELİYORUM” DİYEN KATLİAM

Şubat 1993’te Kâğıthane’de binlerce kişinin kayıldığı toplantıda ateşli hatip Nurettin Şirin, Ayetullah’ın fetvasının yerine getirileceğini duyuruyordu:

“Hayır, bizim inancımıza göre, her kim Kur’an’a ve Resulullaha hakaret ederse onun cezası ölümdür ve bu hükmü yerine getirmek de müslümanların görevidir. Şimdi de Aziz Nesin adlı aşağılık bir varlık çıkmış ‘her ne pahasına olursa olsun ben bu kitabı yayınlayacağım diyor. Bu ne cüret, bu ne cesaret? … İslam’ın hükmünü Aziz Nesin’e icra edeceğiz ve onun cezasını vereceğiz.”

Toplantılar, gösteriler, açıklamalar birbirini izledi ve hüküm günü geldi. 2 Temmuz 1993, Cuma günü Sivas’ta sabahın erken saatlerinde dağıtılan “Müslüman Kamuoyuna” başlıklı bildiride “Aziz Nesin köpeği yanında kendisiyle beraber bir ekiple birlikte şehrimiz valisi tarafından davet edilip, şehirde adeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmektedir” deniliyor ve aynı bildiriyle kitle eyleme çağrılıyordu:

”İslamın Peygamberini ve Kitabın izzetini korumak için bu uğurda verilen canlarımız vardır. Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür. Gün; Allah (cc)’ın vahyi Kur’an-ı Kerim’e, Allahın meleklerine, Allahın Resulü Hz. Mhammed (SAV)’e, onun ailesine ve sehabına yöneltilen çirkin küfürlerin hesabının sorulma gündür. ‘İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kafirler de tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın, çünkü şeytanın hilesi zayıftır.’ (NİSA:76)

Galip gelecek olanlar şüphesiz ki Allah taraftarı olanlardır.”
Aynı gün Cuma namazı kılanlar, dışarıda toplananlarla buluştular ve vilayete doğru “Zafer İslamın”, “Şeytan Aziz”, “Sivas Aziz’e mezar olacak”, “Vali istifa”, “Şerefsiz Vali” sloganlarıyla yürüdüler. Sayıları on beş bini bulmuştu.

Atatürk anıtını parçaladılar. Atatürk büstünün boynuna ip bağlayarak sürüklediler. “Cumhuriyeti burada kurduk – Burada yıkacağız” diye bağırıyorlardı.
Pir Sultan Abdal ve ozanları simgeleyen heykele saldırdılar. Güvenlik görevlileri, anıtın kaldırılacağını duyurarak kitleyi yatıştırmaya çabaladı. Olmadı, anıtı yerinden sökerek kamyonla yüklediler.

“LAİK DÜZEN YIKILACAK!” DİYEREK YAKTILAR

Eylemin amacı,  anıt ya da kültür etkinliklerine ve Aziz Nesin’e duyulan öfkeyi aşıyordu. Kitleyi Madımak oteline yürüttüler. “Allahüekber”, “Lailaheillallah”, “Sivas Aziz’e mezar olacak”, “Ölmeye geldik – Aziz’i gömmeye geldik” sloganlarından sonra son beş yıldır Beyazıt’ta başlayıp yurdun çeşitli kentlerinde sistematik olarak birbirini izleyen Cuma namazları sonrası eylemlerinde atılan sloganlar Sivas’ta yineleniyordu:
“Yaşasın Hizbullah!”,
“ Yaşasın Şeriat!”,
“ Zafer İslamın!”,
“ Müslüman Türkiye!’”
“ Şeriat gelecek zulüm bitecek!”,
“ Muhammedin ordusu kafirlerin korkusu!”
“ Laikliğe son!”
“ İkiyüzlü Laik Türkiye Cumhuriyteti!”
“ Laik düzen yıkılacak!”

Eylemciler Madımak Oteli’nin önüne aktılar. Devirdikleri otomobillerden birinin benzin deposunu taşları vura vura deldiler. Benzine buladıkları paçavraları tutuşturarak otelin içine attılar. Yetinmediler; soğukkanlılıkla taşıdıkları benzin bidonlarını otelin lobisine yığdıkları koltukların üstüne boşaltarak ateşe verdiler. Büyük perdeler de tutuşturmuşlardı.

Polis itfaiye aracı getirdi. Saldırganlar aracın önünü kestiler. Otelin çıkıntı bölümünün üstüne çıkanlar, çatıdan kopardıkları parçaları polislere attılar. Polislerden yaralananlar oldu. Belediyenin itfaiye aracı yangını söndürmek ya da kitleyi dağıtmak için su püskürtmüyordu. Kır sakallı bir kişi başta olmak üzere eylemi yönlendirenler engel oluyorlardı.
Otelin üst katlara sığınanlar dumandan boğuldular. Kültür etkinliğine gelenlerden 33 kişi öldürülmüştü. İçlerinde genç kızlar, çocuklar çoğunluktaydı Aralarında yetkin sanatçılar ve yazarlar da vardı:

Üç telli curanın son büyük ustası Aşık Nesimi Çimen, Türk edebiyatının en önemli analitik eleştirmeni Asım Bezirci, Şair Metin Altıok ve Behçet Aysan, Halk müziği sanatçısı Muhlis Akarsu ve daha birçok sanatçı öldü. Aziz Nesin ise son anda kurtarılmıştı.

ÖNDERLİK EDEN “DEVRİMCİ MÜSLÜMANLAR”

Sivas isyanı ve katliamdan sonra eylemi çekincesiz destekleyen “Humeyni hattında yürüyenler”, katliamı, “önceki kıyamların devamı” olarak duyurdular:

“Daha önceki kıyamlardan farklı olarak, bu kere halk yalnız değildir. Ne yapacağını bilen, şuurlu Müslümanlar en azından halkın arasındadır, halkla beraberdir.”

Saldırı, Cumhuriyet Devleti’ne yöneliktir. Humeyni hattında yürüyenlerin yayın kolu, gerçeği saptıyordu:

“Yetmiş yıldır, giderek zayıflayan ve sağcılaşan halkın İslami muhalefeti, devrimci İslami hareketin mesajı ve kadroları ile tanışmaktadır. Egemen güçler bu durumu görebiliyor. Hizbullahi Müslümanlar da Sivas tecrübesinden gerekli sonuçları çıkarmaya mecburdur.”

Al Kudüs Kuvvetleri’nin Türkiye koluna göre “Halkın Sivas olaylarında Hizbullahi hedefler doğrultusunda, devrimci Müslümanlarla birlikte hareket etmesi önemli bir gelişmedir.”

Katliamı, hiçbir veriye dayanmadan, bilerek ya da bilmeyerek, bir takım kurgularla, bilinmez güçlere bağlayanlar, Türkiye’de “Humeyni hattında yürüyen” Hizbullahileri küçümseyerek hedef şaşırtıyorlar. Bu nedenle daha yakınlarda üniversitelilere saldırırken “Yaktık! Yine yakarız!” diye bağıranları ve davanın zaman aşımından düşmesinden sonra “Milletimize hayırlı olsun” diyenleri bir türlü anlayamamaktadırlar.

İran’a, Almanya’ya sığınan suçluların ardına düşeceklerine  “Dersim katliamı” savlarıyla Cumhuriyeti sarsmaya çalışanlar da hangi koalisyonun parçası olduklarını bir düşünseler yeridir!
2 Temmuz 2012  Mustafa Yıldırım

İMAM’IN DAYAK FETVASI    Mustafa YILDIRIM

Üniversitelerde öğrenciler yasaklardan sıkıldıklarında kıpırdarlarsa karşılarına çıkarıyorlardı binlerce müridi!

Yönetimin sivil(!) koruyucuları dalıyorlardı öğrenci yurtlarına, sınıflarına; kırıp döküyor ve eziyorlardı!

İlk yıllarda gençler daha güçlüydü. Üniversitelerde İmam’ı destekleyenlerin oranı %3’ü geçmiyordu.

Gençler, Şah’a karşı nasıl ayaklandılarsa yeni diktaya karşı da öyle ayaklandılar. Üniversitelerden kente indikçe öteki gençler ve halk da katıldı onlara.

İmam’ın muhafızları, otomatik silahlarla taradı gençleri. Direniş yıllarında deneyim kazanmış gençlik önderleri hapishanelerde çürütüldü ya da kimseler duymadan kurşuna dizildi.

Yeni diktatörler, Üniversiteleri, yüksek okulları, enstitüleri 3 yıl kapattılar. Açtıklarında eğitim fakülteleri, sosyoloji, felsefe, müzik, tiyatro, sanat bölümleri kaldırılmış; dersler değiştirilmiş; bilim-teknik eğitimi bile mezhep ideolojisine uydurulmuştu.

İmam’ın atadığı rektörler, bir çırpıda 700 akademisyeni işten attı. Canlarını kurtarabilen binlerce akademiysen, teknisyen, öğretmen, doktor, sanatçı anayurtlarından kaçmak zorunda kaldılar. Kaçamayanlar savunmasız yargılarla içeri tıkıldı. Yazarlar, edebiyatçılar, şairler boğazlandı!

Gençler arada bir yine ayaklanıyorlar. Sayıları 1980’deki gibi on binleri bulmuyordu; ama özgürlük ateşini içlerinde taşıyorlardı. İmam, bir fetvayla onları hedef gösteriyor; sivil(!) milisler, silahlı muhafızların gözetiminde onları dayaktan geçirtiyor; biber gazıyla zehirliyor!

Anlayış işte budur. Üniversitelerde kız öğrencilerin oranı inkılâptan önce % 40 iken daha sonra % 10’a indi ya da indirildi.

Rehber İmam da işi sıkı tutuyor; mezhebine ve meşrebine sahip çıkıyor. Müzik eğitimi isteyen gence bakın ne demiş:

“Müzik helaldir; ancak müziği desteklemek ve öğretmek kutsal İslam cumhuriyetinin yüksek değerlerine uygun değildir!”
*
Türkiye’de de tiyatrolar kapatılıyor. Başbakan sanatçıları sert sözlerle aşağılıyor. Muhalefet ayıplıyor, yazarlar ayıplıyor! Yine de şükretmeliler ki karşılarına siviller(!) çıkartılmıyor.

Yönetici de şimdilik “çıkarırız karşılarına 5-10 bin kişi” demekle yetiniyor! Sivas’ta insan yakanların yandaşları sopalarla, bıçaklarla üniversiteye dalıyor “Yaktık yine yakarız!” diye haykırıyorlar.

“Hakaret” diye geçiştirilemeyecek sözlerdir bunlar! Bu sözlerle birer ön fetvadır!

Bakmayın siz yerli yönetici imamların Amerikalılarla içli dışlı olduklarına! Batılı egemenlerin umurunda değildir Türkiye’de rejimin değişmesi. Bilirler ki bu gidişin sonunda Türklerin egemenliği de, devletleri de yıkılacaktır.
*
4+4+4 eğitim düzeniyle cumhuriyet kökten sökülürken muhalefetin Zoraki Genel Başkanı’nın talimatıyla Anayasa mahkemesine usulen başvuruluyor!

2010 inkılap anayasasına “Gönül rahatlığıyla evet!” demiş olan çöplüğün soytarısı da gözlerini yummuş, öz-tatmin satırları döktürüyor!

Not: Üstelik düşmanımın düşmanı da dostum değildir! Cumhuriyetimizin ezeli düşmanı Hizbullahiler, anti-Amerikan  geçinseler de 19 Mayıs’ın dostu olamazlar! Bu konuya sonraki yazılarda döneceğiz. 21 Mayıs 2012

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir